29 Ekim 2013 Salı



ŞANS-LI/SIZ

      Şans-sız-lık.

      Hepimizin başına zaman zaman talihsiz olaylar gelebiliyor. Nedense millet olarak bu durumu şansa bağlıyoruz çoğu zaman. Dilimizdeyse hep aynı nakarat: Şanssızım. Peki nedir şans? İnsan neye göre, kime göre şanslı ya da şanssız olur?
 
     Geçenlerde bir arkadaşımla bir eve davetliydik. Sohbet derindi. Laf lafı açtı, konu benim arkadaşıma dayandı. O da hayatında şansın yüzüne gülmediğini düşünenlerden. Nedeni ise çok zengin bir erkekle evlenememiş olması. Kendisi bir aşiret kızı olduğu için bütün akrabaları zengin kişilerle evlenmiş, düğünlerinde ağırlıklarınca altın takılmış. Lakin benim arkadaşım kendi hayatında yaşadığı bazı şeyler yüzünden bunlardan mahrum kalmış,  bu yüzden de hayatını istediği gibi yaşayamıyormuş. Biz bu sohbeti yaparken yaşça çok  küçük bir kadın gözümüzün içine bakarak bizi dinliyordu. Küçük yaşta birini sevmiş, evlenmiş. Yine küçük yaşta anne olmuş ve üstüne üstlük ikinci bebeğini bekliyor. Buraya kadar bir anormallik yok; lakin bu "küçük kadın" kocasının üç kuruşluk maaşıyla insanların üst üste yaşadığı daracık sokaklı mahallelerden birinde bir küçücük bir apartman dairesine hem kira ödüyor hem de arta kalan parayla ev geçindirmeye çalışıyor. Üstüne üstlük karşı apartmanında oturan hasta kayınvalidesinin de bakımını üstleniyor. Henüz yirmi dört yaşında olmasına rağmen bütün bu olanlardan şikayetçi olmuyor. Arkadaşım düğününde ağırlığınca altın takılan akrabasından bahsederken de bu küçücük kadının dilinde  şu acı cümle: "Biz ucuza gittik!" Sanki  kadınlar malmış gibi, hayvan pazarında satılan davarmış gibi ucuza ya da pahalıya satılmaktan bahsediyor.
 
       Madalyonun bir de diğer yüzüne bakalım: Şu düğününde ağırlığınca altın takılan diğer kadına. Güneydoğunun töreleriyle tanınan bir ilinde tarlalar bölüşülmesin, mal başkasına gitmesin diye hiç sevmediği belki de asla sevemeyeceği   bir akrabasıyla evlendirilen zavallı kurbana.  Acaba gidip o kadına sorsak kendisini şanslı olarak addediyor mudur?   O altınların bir gramını bile  canının istediğince harcamasına izin verilip verilmemesini geçtim, acaba kendi saray yavrusu yuvasında altın yaldızlı porselen yemek tabaklarıyla, lüks koltuk takımlarının içinde pahalıya satılmış bir köle olarak mutlu mudur?  
 
      Bu arada gelelim benim aptal arkadaşıma. Bu kadın kendine aite altı odalı bir evde yaşayıp, yine kendisinin olan oldukça lüks bir arabaya biniyor. Canının istediği gibi para harcayıp istediği gibi tatil yapabiliyor. Gördüğü mücevherlerden, beğendiği kıyafetlerden hiçbir zaman kendini mahrum bırakmıyor. Tabi bütün bunları yaparken parasını çokça savurduğu için birçok banka kredisi kullandığı için büyük bir borcun altına girmiş.
 
       Eve dönerken kafamda bu üç kadını da ayrı ayrı konuşturdum; sonra üçünü bir araya getirip yüzleştirdim, hesaplaşmalarını sağladım. Bu üç kadına da kendimce isimler taktım. Benim kafamda bu kadınların üçü de birbirine özendi. "Küçük Kadın" savurgan olanın yaşadığı rahat hayatı kıskandı, Savurgan Kadın diğerinin bol miktardaki altınını; " Altın Kadın"  da küçük olanın yaşadığı aşkı. Bütün bu hesaplaşmadan sonra ben şu karara vardım. İnsan kendi hayatına yön veremiyor gibi görünse de esasında kendi şansını ya da şanssızlığını kendisi yaratıyor. Nasıl mı?   Küçük yaşta evlenen "küçük kadın" dan başlayalım önce. Ailesi bu "küçük kadın"ın tahsilini tamamlamasını istemiş zannımca. Çünkü açık öğretim fakültesinde öğrenciyken evlenmiş ve eğitimini yarıda bırakmış. Üstelik hemen çocuk doğurmuş. Şimdiyse gönüllü bir sefaletin içinde sürünüyor. Eğer elinde para kazanabileceği bir mesleği olsaydı yaşam koşullarını iyileştirme imkanı olurdu. İkinci olarak "Altın Kadın" la devam edelim. Bu kadın isteseydi ailesinin her türlü zorlamasına, baskısına direnip kendi gönlünce bir hayat kurabilirdi. Sevdiği bir insanla izdivaç yapabilirdi. Belki bu kadar paranın lüksün içinde olamazdı ama mutlu olurdu. Üçüncüsü ise "Savurgan Kadın" yani arkadaşım. O da olmayan parasını  kıyafetlere, lüks arabalara, eğlencelere  çarçur edeceğine önce biriktirip sonra harcasaydı, ya da lüksünden biraz taviz verseydi bu kadar borç yükünün altında ezilmeyecekti.
 
     Demem o ki; hiçbirimiz şanslı ya da şanssız değiliz. Hepimiz sadece ve sadece kendi tercihlerimizin sonuçlarını yaşıyoruz.

21 Mayıs 2013 Salı


SEVGİLERDE BULUŞALIM

Biz toplum olarak pek meraklıyızdır yabancı dillere. Yabancı dil bilen birini yakaladığımızda hemen yanına yanaşır, birkaç kelime ya da cümle öğrenmeye çalışırız. Hiç dikkatinizi çekti mi bilmiyorum ama ilk sorduğumuz soru şu olur genelde: “bu dilde ‘seni seviyorum’ nasıl söylenir?”
Bu cümleyi sevdiklerimize bir türlü söyleyemediğimizden mi yoksa söylediğimizde birilerinin duygularımızı anlamasından çekindiğimizden  mi ilk olarak bu cümlenin nasıl söylendiğini merak ediyoruz acaba? Ne yazık ki sevgi konusunda bir hayli sıkıntılıyız toplum olarak. Bir bakın etrafınıza, bu söylediğime dair onlarca örnek bulacaksınız.
Toplumumuzda babaları getirin gözünüzün önüne. Baba demek ailenin direği demektir. Ailenin bütün sorumluluğu da onun üstündedir. Ailesini belki çok sever, çok bağlıdır belki; ama bunu gösteremez hiçbir zaman. Anneannemle dedemden bilirim, sokakta yan yana bile yürümezlerdi, anneannem hep iki adım geriden takip ederdi dedemi. Çünkü kadının erkekle yan yana yürümesi bile ayıptı onlara göre. Şimdilerde bu kadar olmasa da hala duvarları var erkeklerin.  Eşinin yolda elini tutmaya çekinir el alem ne düşünür endişesiyle . Baş başa kaldıklarında bile eşine “seni seviyorum” demek çok zor bir cümledir onlar için. Neden mi? Çünkü bunu söylemek erkekliğin şanına yakışmaz. Babaların sevgisini gösterememe kompleksi sadece eşlerine karşı değil, çocuklarına karşı da olur aynı zamanda. Çünkü baba demek otorite demektir Türk erkeğinin gözünde. Bu yüzden de babalarımız, çocuklarının kendilerini sevmelerinden önce kendilerinden korkmalarını isterler.
Toplumuzda kadın olmak çilenin eş anlamı zaten. Kadın olmak ikinci sınıf olmak demek; ezilmek , ayıplanmak , duygularını özgürce yaşayamamak demek. Toplumumuzun kadınlarını düşünün, analarımızı… Belki bir adam seviyor, belki anne babası evliliğe hazır olmadan birine veriveriyor kadını; evleniyor. Sonrasında hayatının  en önemli şaheseri olan çocuğunu bir mucize gibi aylarca karnında taşıyor; ona kendi canından can, kanından kan katıyor… Bakıyor, besliyor; çocuğu için gecelerce uykusuz kalmaya seve seve katlanıyor. Lakin aynı ana; ailesinin yanında, kayınvalidesinin ve kayınpederinin yanında çocuğunu kucağına bile alamıyor, sevemiyor. Çünkü sevgilerin en güzeli, cennetten bize hiç eksilmeden ulaşabilen tek miras olan anne sevgisi bile ayıplanıyor etrafınca. Aynı babalar gibi otorite kurma kaygısından, yavrusu şımarır korkusuyla evladı için canını bile verebilecek olan analarımız sadece geceleri uykudayken seviyorlar çocuklarını .
Peki ya âşıklara ne demeli… Cananını/maşukunu görünce sonbaharda  rüzgara tutulmuş bir  yaprak gibi tir tir titrer aşık. Geceleri rüyalarında, gündüz hayallerinde yaşatır sevdiceğini ; sadece bir an görebilmenin hayalini kurar günlerce. Ama toplumumuzda aşkını dile getirmek bile çok zordur sevenler için. Çünkü korkarız hepimiz. Sevgimizi itiraf edince reddedileceğimizden, küçük düşeceğimizden korkarız. İçten içe sevgiyi yaşamak, söylememek daha kolay gelir.  Sevmek doğal da sevgiyi söylemek çok ayıptır nedense.
Hep sevgimizi içimizde yaşamayı anlattık da, toplumumuzun sevgi arızası bununla sınırlı değil ki sadece. Bir kısmımız da var ki karşısındaki insanlardan onlara verdiği kadar sevgi bekler. Sevgiyi gram gram ölçüp “o bana bu kadar verdi, beniz az seviyor ya da hiç sevmiyor” düşüncesiyle sevmekten vazgeçer. Karşısındakinin sevgisinin ölçüsü etkiler sevgisinin derecesini.  Nazım Hikmet’in Tahir ile Zühre Meselesi şiirinde  bir dizesi var: “Yani sen elmayı seviyorsun diye/ Elmanın da seni sevmesi şart mı?” Bir insanı sevmek için illaki karşılığını bulması mı lazım sevgimizin? Yani koşulsuz sevilemez mi insanlar?
Bana sorarsanız sevdiklerinize sevginizi göstermekten korkmayın. Ölçmeden, ince hesaplar yapmadan, koşulsuz  yaşayın duygularınızı. Sevginizi göstermek ne otoritenizi sarsar, ne de sizi küçük düşürür. Aksine, ne kadar sevgi verirseniz karşılığını kat be kat alacağınıza inanıyorum. Hayat kısa, yarın meçhul… Her şey için çok geç olmadan güzelce, sevgiyle yaşayalım hayatımızı. Nazım’ın dizeleriyle de noktalayayım yazımı…
TAHİRLE ZÜHRE MESELESİ
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,
bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte
yani yürekte.
Meselâ bir barikatta dövüşerek
meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken
meselâ denerken damarlarında bir serumu
ölmek ayıp olur mu?

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.

Seversin dünyayı doludizgin
ama o bunun farkında değildir
ayrılmak istemezsin dünyadan
ama o senden ayrılacak
yani sen elmayı seviyorsun diye
elmanın da seni sevmesi şart mı?
Yani Tahiri Zühre sevmeseydi artık
yahut hiç sevmeseydi
Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da;
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.

 

13 Mayıs 2013 Pazartesi


YALNIZLIĞA ÖVGÜ

Bugün işten çıkınca doğruca eve geldim. Karnım acıkmıştı, yemek hazırlamaya koyuldum. Birden kapı çaldı -ya da ben öyle hissettim- davetsiz bir misafirim vardı: Yalnızlık Hanım!
Hoş, onun kapıyı çalmasına bile gerek yok ya. Ben kapıyı açsam da açmasam da zaten istediği zaman istediği şekilde gelir pat diye hayatıma. Bazen de yanımda insanlar olsa bile ben ona giderim koşarcasına. Bir yerde olurum bazen, etrafta bir sürü insan vardır. Lakin canım sıkılır, kaçmak isterim oradan. Evime kapanmak, bizim Yalnızlık Hanımla sohbet etmektir niyetim. Belki de yine onunla bir film izlemek, bir kitap üstüne düşünmek... Keserim dünyayla o an bütün ilişkimi. Kimse bana ulaşamasın, bizi rahatsız edemesin isterim. Kapatırım telefonu, bilgisayarı, televizyonu; başlar bu tatlı hanımla keyif saatlerimiz.
Görüşmeyeli epey oldu mu yoksa bana mı öyle geliyor, bilemedim doğrusu. Neyse… Çok özlemişim bizim Yalnızlık Hanım’ı yine. Birlikte yemek yaptık, sonra da afiyetle yedik. Ardından kahveler yapıldı ve karşılıklı kuruluverdik koltuklara. Evde ikimizden de ses çıkmıyordu, ama biz derin derin sohbet ediyorduk. Çünkü sözcükler sadece zihinlerimizden dökülüyordu. Bir süre böyle devam etti bu durum:  Ben söyledim, o düşündü; o söyledi, ben düşündüm…
Laf,  döndü dolaştı. Bizim Yalnızlık Hanım’ın bir sıkıntısı varmış meğer... İnsanların kendisini anlamamasından şikâyetçi imiş. “Özellikle son dönemlerde herkes beni gördüğünde bir cüzzamlıdan kaçarmış gibi kaçıyor” diye sitem etti bütün gün bana. Aslında haksız da sayılmaz. Çağımızın en büyük hastalığı “yalnızlık korkusu” bence de. İnsanlar yalnızlığı kimsesizlikle karıştırıyorlar çünkü. Yalnız olduklarında çevrelerinde hiç kimse olmayacağını, hayatlarını tek başlarına geçirmek zorunda kalacaklarını zannediyorlar. Çevredeki insanlara bakıyorum da sırf belki de yalnız kalmamak adına birbirleriyle arkadaşlıklarını devam ettiriyor, yine yalnız kalmamak adına birlikteyken mutsuz da olsalar partnerleriyle ilişkilerini yürütebiliyorlar. Yalnızlık korkumuzdan olsa gerek, insanlar arasında oradan oraya savrularak kalabalıklar içindeki kimsesizliği yaşıyoruz. Bu yüzden de zamanla kendimize yabancılaşıyoruz.
Bir gün eğer yolda yürürken, işteyken, durakta otobüs beklerken yahut aynaya bakarken rastlarsanız bizim Yalnızlık Hanım’a,  korkmayın sakın! Gidin yanına, bir merhabayı esirgemeyin. Hatta oturun bir kahve eşliğinde sohbet edin. Böyle bir fırsatı her zaman bulamayabilirsiniz çünkü.  Bizim bu tatlı hanımın sohbeti de çok iyidir, donanımlıdır epey kendisi. Kaliteli müzikten, kitaplardan, felsefeden pek bir hoşlanır. Siz onunla sohbet ettikçe kendinizi daha ferahlamış hissedecek; hayattan beklentilerinizi, hayatın anlamını daha iyi kavramış olacaksanız, güvenin bana.
Ayrılık vakti geldi, çattı. Az önce uğurladım bizim Yalnızlık Hanım’ı, en yakın zamanda tekrar görüşmeyi ümit ederek…

7 Mayıs 2013 Salı


İŞKENCECİ (ALEV ALATLI)

 Bir gün boş dersimde öğretmenler odasında oturuyordum. Bir öğretmen arkadaşımın daha benim gibi dersi boştu.  Kapı açıktı ve içeriye bir öğrenci girdi. Bize dönerek “Öğretmenim, benden bir isteğiniz var mı ?” diye sordu el pençe divan durarak. Çocuk başını öne eğmiş ve ellerini göbek hizasında kavuşturmuştu. Çok şaşırdım. Altı yıllık öğretmendim ve hiçbir öğrencinin karşıma böyle bir tavırla geldiğini görmemiştim. Arkadaşımla göz göze geldik. Öğretmen arkadaşım, öğrenciyi tanıyordu ve bana dönerek: “Bu çocuğun babası kapıcı. Muhtemelen bu şekilde davranmayı ondan öğrenmiştir” dedi. Altı yıl insan hayatı için  çok uzun bir süre değil belki; ama ben bu süre zarfında icra ettiğim meslek sayesinde bir sürü çocuk tanıdım. Eğitim hayatım boyunca öğrenemediğim bir sürü bilgiyi bu çocuklar sayesinde öğrendim. Lakin öğrendiğim en önemli bilgi şu oldu: Bir insan, çocuk yaşlarından itibaren ailesinden ve çevreden ne öğrenirse, kendisine nasıl muamele edilirse çevresindekilere öyle davranıyor. Kendisi başkalarından nasıl muamele görürse dışarıda başkalarına aynı davranışı sergiliyor. Evinde dayak gören çocuk, okulda kendinden güçsüz bulduğu bir başka çocuğu dövüyor; annesinden sürekli baskı gören bir çocuk, başka bir arkadaşı üzerinde otorite kurmaya çalışıyor.

Hiçbirimiz dünyaya iyi ya da kötü olarak gelmeyiz. John Locke’un dediği gibi biz doğduğumuzda zihnimiz bir "tabula rasa", yani boş bir levhadır. Gördüklerimiz, yaşadıklarımız, ailemiz ve sosyal çevremiz bu boş levhayı zaman içerisinde nakış nakış işler. Alev Alatlı’nın “İşkenceci” kitabında anlattığı kahraman tam da buna bir örnek. Kitap boyunca ismi bir kez bile anılmıyor  kahramanımızın ve kendisinden sürekli olarak “işkenceci” diye bahsediliyor. Sanki doğduğu andan beri içinde bir işkencecilik varmış gibi. İşkenceci, bir toprak ağasının oğlu ve devletin yaptığı haksızlık nedeniyle toprakları ellerinden alınıyor. Babası daima “Büyüklerimiz bizden iyi bilir, önemli olan devletin bekası” düşüncesiyle hareket ediyor ve İstanbul’a göç ediyor. Kahramanımız  İstanbul’da içine kapanık bir çocuk olarak büyüyor. Bir gün okula veriliyor. Öğretmeni Mefaret Hanım, üniversite yıllarında tüm çabalarına rağmen yaptığı eserleri kimseye beğendiremediği için sanat çevresine küsüp öğretmen olmuş bir kadın. Kendisine yapılan haksızlıklar yüzünden hayata öylesine küsmüş ki bu sefer de kendisi başkalarından hıncını çıkarmaya başlamış. İnsanlara fiziksel olarak işkence etmese de çocukların ruhlarını öldürüyor.  Mefaret Hanım’ın İşkenceci'yi anlamaması, belki de çocuğun kendi derdini anlatamaması yüzünden İşkenceci sürekli olarak sınıfında ötekileştiriliyor. Kuran kursuna yazılıyor, aynı muameleyi orada da görüyor. En sonunda kabullenmeyi, içten içe öfkelenmeyi öğreniyor..

“Suçlu olanın kendisi, suçsuz olanın büyükler olduğuna inanmanın bir alışkanlık halini aldığında, bir yaşam üslubu, otoriteyle halleşmenin bir yolu olacağını düşünmedi işkenceci.”

Yıllar sonra, devlet terörü her yerde eserken, insanlar bilmedikleri sebeplerden ötürü cezaevlerinde işkence görürken bir zamanlar mazlum olan İşkenceci, zalim olarak gösteriyor yüzünü. Ama aynı babası Abdurrahman Ağa gibi devletin, büyüklerin en doğruyu bildiğini; cezaevlerinde işkence ettiği insanların bu muameleyi hak ettiklerini düşünüyor.

“ Ulusal narsisizm yasaydı. Başta tarih, dost düşman herkes, Amerikalılar, Türklerin ayrıcalıklı üstünlüğünü teslim ederlerdi. Dünyanın en mert, en yiğit milleti oldukları tartışılmazdı. Ekonomik refaha gelince; o da düzelirdi, şu devlet düşmanlar olmasa!”

İşlediği insanlık suçlarına rağmen İşkenceci; ezilmişliğin, bir kenara itilmişliğin acısını bir türlü atamıyor yüreğinden. İşkence ettiği insanların düşünce yapıları, kendilerini mahkemelerde savunmaları bile İşkenceci ’ye ezilmişliğini hatırlatıyor her seferinde.

“ Öfke boğdu işkenceciyi. Onlar mahkûm, kendisi savcıyken bile eziyorlardı. Yurtseverlikleriyle, bilgileriyle, paramparça bedenleriyle, ayrıcalıklı alışkanlıklarıyla, ince zevkleriyle…”

Düşünüyorum da hepimizin içinde bastırılmış bir “İşkenceci” yaşıyor olabilir. Hepimiz zaman zaman haksızlıklara uğrayabiliyoruz, üzülebiliyoruz; başkalarının ruhumuza yaptığı işkencelere maruz kalabiliyoruz. Ancak yaşadıklarımızın aynılarını yaşatmak içgüdüsü, bizi zalimlerden farksız kılar, insanlığımızı yitirmemize sebep olur. Bu yüzden de yaşadıklarımızdan ders alıp, geçmişimizdeki zorlukları başkalarına yaşatmamak gerekir, özellikle de çocuklara. Çünkü insanlık onuruna yalnızca erdem yakışır.
Bu kitap Alev Alatlı’nın okuduğum ilk kitabı. Kitap, 96 sayfa olmasına rağmen çok dolu ve Türkiye’nin yakın geçmişindeki devlet politikalarına, halkın yaşadığı mezalime ışık tutuyor. Yakın geçmişimizle yüzleşmek adına okunmaya değer. Lakin şöyle bir sıkıntı var: Zaman zaman konuşan kişinin, kitabın kahramanı mı yoksa başka bir kişi mi olduğunu anlamakta zorlandım. Alatlı; konuşmaları, duyguları çok iç içe vermiş.  Yine de “mutlaka okuyun” derim.

6 Mayıs 2013 Pazartesi


SELİMİYE CAMİİ

Şehirleri sembolize etmek, onları anlatmak, onlarla özdeşleşmiş yapılarla mümkündür. Bugün dünyamızda hemen her şehrin bir sembolü vardır. Paris deyince gözümüzde ilk Eiffel Kulesi canlanır; New York deyince Özgürlük Anıtı… Edirne’nin de sembol yapısı Selimiye Camii,  varlığı ile Edirne’ye güç katarak ona simgesel bir nitelik kazandırmıştır. Selimiye, Osmanlı İmparatorluğu’nun o dönemki gücünün en büyük simgelerindendir.
Rivayete göre bir gece Sultan II. Selim rüyasında Hz. Muhammed’i görür. Hz. Muhammed sultandan bir camii yapmasını istemiştir, üstelik camiinin yerini bile göstermiştir. Camiinin yeri ile ilgili diğer bir rivayet ise şöyledir: Kanuni İran seferine çıkarken Selim’i tahtının korunması için Edirne’de bırakmıştır. Gençlik yıllarından dolayı padişah, Edirne’ye özel bir sevgiyle bağlı olduğundan cami yaptırmak için tercihini Edirne’den yana kullanmıştır.

“TAŞ DEHAYA ULAŞTI DEHA TAŞ KESİLDİ”

II. Selim yaptırmak istediği camiye mimar olarak elbette ki dönemin mimarbaşını, Koca Sinan’ı, tayin eder. Sultanın emriyle cami 1568-1574 yılları arasında tamamlanır. Koca Sinan Edirne ve Selimiye Camii için şunları söylemiştir:
“Çıraklığımı İstanbul’daki Şehzade Camii’nde yaptım, kalfalığımı da Süleymaniye Camii’nde tamamladım. Fakat bütün gücümü bu Sultan Selim Han Camii’ne sarf edip uzmanlığımı gösterdim ve anlattım. Öyle büyük bir cami yaptım ki bütün halkın beğenisine layıktır.”
Edirneliler Mimar Sinan’ı bir Edirneli olarak bilir ve öyle sayarlar. Çünkü o; Edirne’yi yücelten en büyük eseri, tüm dehasını ortaya koyarak en güzel yeri bularak yerleştirmiştir. Çok uzaklardan dört minaresi ile göze çarpan yapı, kurulduğu yerin seçimiyle, Mimar Sinan'ın aynı zamanda usta bir şehircilik uzmanı olduğunu da göstermektedir. Kesme taştan yapılan cami iç bölümüyle 1.620 m2'lik,tümüyle 2.475 m2'lik bir alanı kaplar. Mimarlık tarihinde en geniş mekâna kurulmuş yapı olarak nitelenen Selimiye Camii, yerden yüksekliği 43.28 m. olan, 31.30 m çapındaki kubbesiyle ilgi çeker. Ayasofya'nınkinden daha büyük olan Kubbe, 6 m. genişliğindeki kemerlerle birbirine bağlanan 8 büyük payeye oturur. Köşelerde dört, mihrap yerinde bir yarım kubbe merkezi kubbeyi destekler. Koca Sinan, bu büyük eserinde Bizans ve antik çağ mabetlerinde görülmemiş bir teknik kullanmıştır. Daha önceki kubbeli yapılarda, asıl kubbe kademeli yarım kubbelerin üzerinde yükselmesine rağmen, Selimiye Camii tek bir kubbe ile örtülmüştür. Bu şekilde örttüğü iç mekâna verdiği genişlik ve ferahlıkla birlikte mekânın bir kerede kolayca anlaşılmasını sağlar. Kubbe aynı zamanda camiinin dış görünüşünün ana hatlarını da belirler.

 
Selimiye'nin her biri 70,89 metre yüksekliğinde, kalem gibi incecik 4 minaresi vardır. Minareler üçer şerefelidir. İki minaresinde şerefelerin üçüne giden yol ayrıdır. Bu minarelerden aynı anda üç şerefeye de birbirini görmeden üç kişi çıkabilir. Minarelerin kubbeye yakın olması, camiyi göğe doğru uzanıyormuş gibi gösteren bir görünüş güzelliği sağlar. Diğer camilerde ise minareler açığa yapılmış ve yapı genişlemiştir.

Cami, mimari özelliklerinin erişilmezliğinin yanında taş, mermer, çini, ahşap, sedef gibi süsleme özellikleriyle de son derece önemlidir. Mihrap ve minberi mermer işçiliğinin başyapıtlarındandır. Yapının içi İznik çinileriyle süslüdür. XVI. yüzyıl çiniciliğinin en güzel örnekleri olan bu çiniler sır altı tekniğinde yapılmıştır. Mihrap duvarı, minber köşk duvarı, hünkâr mahfili, duvarlar, kadınlar mahfili, kemer köşelikleri, kıble yönündeki pencere alınlıkları çinilerle bezenmiştir.  Büyük kubbenin tam altındaki hünkâr mahfili, 12 mermer sütunludur ve 2 metre yüksekliktedir. Hünkâr mahfili çinileri arasında, bir saraydan getirilerek buraya sonradan konmuş olabileceği düşünülen iki elma ağacının oluşturduğu “Elmalı Pano”nun Osmanlı çinilerinde özgün süsleme olarak ayrı bir değeri vardır.
Selimiye Camisinin taş duvarlarla çevrili geniş dış avlusunda, Darül-Sübyan, Darül-Kur'a ve Darül-Hadis yapıları bulunmaktadır. Bu yapıların bir bölümü ve medrese, Edirne Müzesi'nin çeşitli bölümlerini oluşturmaktadır.

TERS LALE MOTİFİ
Selimiye’den bahsetmişken Selimiye’nin en çok merak edilen “Ters lale” motifinden bahsetmemek olmaz. Ters lale motifi Hünkâr Mahfili’nin kuzeydoğu yönünde köşedeki mermer ayakta bulunur.
Ters laleyle ilgili halk arasında birçok söylence mevcuttur. Kimisi “Allah” ve “Lale” sözcüklerinde aynı harfler bulunması nedeniyle bu çiçeğe mistik bir anlam yüklerken, kimisi de Osmanlı Türkçesinde yazılmış lale sözcüğünün tersten okunduğunda Osmanlı’nın kutsal emaneti olan “Hilal” sözcüğünün ortaya çıktığını söyler. Bir başka yaklaşım da Mimar Sinan’ın o günlerde hastalanan ve ölen torunu Fatma için camiye Fatma’nın anısına böyle bir motif konulduğu ile  ilgilidir. Fakat en yaygın olarak bilinen, Selimiye’nin bugün bulunduğu yerde eskiden bir lale bahçesi olduğu, bu bahçenin sahibi olan kişinin Selimiye’nin yapımından önce Sinan’a zorluk çıkardığı ve ters lale ile Mimar Sinan’ın bu hanıma bir gönderme yaptığı yönündedir.

1 Mayıs 2013 Çarşamba


AŞK (ELİF ŞAFAK)

Beri gel, daha beri, daha beri,
Bu hır gür, bu savaş nereye kadar?
Sen bensin, ben senim işte…
Topumuz bir tek inciyiz,
Başımız da tek, aklımız da tek.
(Mevlana)

            Aşk... Günümüzde aşkı karşıt iki cinsin yaşadığı tutkulu ilişki ya da birbirine duyduğu kalp çarpıntısı olarak biliyoruz. Bir insanın dış görüntüsünü beğenmek, mantıksal sebeplerimizden ötürü ondan hoşlanmak o kişiye âşık olduğumuzu düşünmemiz için yeterli bir sebep oluyor artık. Ama geçmişte aşk bu kadar basit bir kelime değildi. İnsanoğlunun yaşadığı her türlü duygu aşk ile ifade edilirdi: doğa aşkı, karı-koca aşkı, Tanrı aşkı… Zaten Türk Dil Kurumu da aşkı “ bir insanın bir varlığa karşı hissettiği aşırı sevgi ve bağlılık duygusu” olarak tanımlıyor.

            Çocukken anneannem geceleri yatmadan önce hep dua ettirirdi bana. Ellerimi açar gökyüzüne çevirirdim yüzümü. Allah’ın yeryüzüne sığmayacağını, onun bizi gökten seyrettiğini zannederdim.  Yıllar sonra üniversite öğrencisiyken bir gün bir arkadaşım bana Tolstoy’un bir kitabını hediye etti: “Sevgi Neredeyse Tanrı Oradadır”. Tolstoy ne kadar da çarpıcı bir başlık seçmiş diye düşündüm içimden. Ne demekti sevgi nerdeyse tanrı oradadır? Tanrı bize dini kurallar vermişti ve onları uygulamamızı istemişti. "Haramdan uzak durun, zekat verin, oruç tutun" demişti. Peki, çok dindar bir kişi olan Tolstoy nasıl bu kadar basit ifade ederdi Tanrı’nın isteklerini? Aslında mantıklı düşününce din kuralları bile birbirimize zarar vermememiz,  bütün insan kardeşlerimize yardım etmemiz için var. Haram ve helal kavramlarının ortaya çıkmasının temelinde bile insanoğlunun mutluluğu var. Bütün hepsinin özünde ise sevgi var.

Epey bir zamandır düşünüyorum da, hayatta bizi insan kılan en önemli değer sevgimizdir aslında. Sevdiğimiz bir varlığa  zarar verebilir miyiz hiç? Elbette ki hayır. Çocukluğumdan hatırlıyorum, en sevdiğim bebeklerimi bile hep dolaba kilitlerdim eve gelen çocuklar onlara zarar vermesin diye. Bu yüzden kanaatimce insan olmanın ön şartı sevmektir.
 
İşte! Elif Şafak’ın “Aşk” romanı da özünde bu temayı işliyor.  Mevlana ve Şems arasındaki muhabbet gibi gözükse de kitabın konusu, bu muhabbet bütün evreni kucaklıyor esasında.   Hani Mevlana diyor ya “Ne olursan ol, yine gel”  diye. İşte, herhangi bir varlığa koşullar ne olursa olsun kucak açabileceğimizi gösteriyor bize Rumi. Bir insan bir varlığı severken, onu tanımaya çalışırken aslında kendini de tanımış oluyor, kendi özünü de bulmuş oluyor. Belki de bir varlığı sevmek, onun dışında kâinatta var olan her şeyi sevebilmek için bir bahane oluyor.


Her hakiki aşk umulmadık dönüşümlere yol açar. Aşk bir milad demektir. Şayet “aşktan önce” ve “aşktan sonra”  aynı insan olarak kalmışsak yeterince sevmemişiz demektir. Birini seviyorsan onun için yapabileceğin en anlamlı şey değişmektir! O kadar çok değişmelisin ki sen sen olmaktan çıkmalısın. (Şems)
            Mevlana Celaleddin Rumi, Şems ile başlıyor değişmeye. Hayatını refah içinde yaşayarak geçirmiş olana Mevlana, Şems’i tanıdıktan sonra gururunu ayaklar altına almayı; toplumda ne kadar ezilmiş, bir kenara itilmiş insan varsa onlara kucak açmayı öğreniyor. Şems’in 40 altın kuralıyla birlikte Rumi, yolunu kaybedenlere yönünü gösteren bir kutup yıldız haline geliyor adeta.

Daha önce Elif Şafak’ın birkaç kitabını okumuştum. Açıkça söylemek gerekirse okuduğum kitapların hiçbirinden zevk almamıştım. Fakat bu kitabı elime aldığımda daha ellinci sayfaya gelmeden kitap beni içine çekti, elimden bırakamaz oldum. Kendi içimdeki sevgiyi ve kendi yanlışlarımı sorgular hale geldim.  Yazarın kurgu gücüne, bu kurgunun arasına serpiştirdiği kurallara hayran kaldım. Kitaptaki kuralların birçoğunu da kendi yoluma bir ışık olarak kabul ettim. Kitaptaki bu 40 kuralı herkes Mevlana’nın kuralları sanıyormuş. Aslında bu 40 kural Elif Şafak’ın kendi bilgi birikimlerinden, okumalarından demledikleri. Ben yine de her birini çok çok önemli gördüğüm için, üşenmedim hepsini kaydettim. Lakin içlerinden en çok 32. kuralı sevdim. Çünkü hayatım boyunca kendime ilke edinmeye çalıştığım bir düşünceyi çok güzel ifade etmiş Elif Şafak.  Kitap tek kelimeyle harika. Herkese mutlaka okumasını tavsiye ederim. 

KIRK KURAL

Birinci kural: Yaradanı hangi kelimelerle tanımladığımız kendimizi nasıl gördüğümüze ayna tutar.  Şayet Tanrı dendi mi önce korkulacak, utanılacak bir varlık geliyorsa aklına, demek ki sen de korku ve utanç içindesin çoğunlukla. Yok, eğer tanrı dendi mi evvela aşk, merhamet ve şefkat anlıyorsan, sende de bu vasıflardan bolca mevcut demektir.

İkinci kural: Hak Yolu’nda ilerlemek yürek işidir, akıl işi değil. Kılavuzun daima yüreğin olsun, omzun üstündeki kafan değil. Nefsini bilenlerden ol, silenlerden değil!

Üçüncü kural: Kuran dört seviyede okunabilir. İlk seviye zahiri manadır. Sonraki batıni mana. Üçüncü batıninin batınisidir. Dördüncü seviye o kadar derindir ki kelimeler kifayetsiz kalır tarif etmeye.

Dördüncü kural: Kainattaki her zerrede Allah’ın sıfatlarını bulabilirsin, çünkü O camide, mescitte, kilisede, havrada değil, her an her yerdedir. Allah’ı görüp yaşayan olmadığı gibi, O’nu görüp ölen de yoktur. Kim O’nu bulursa, sonsuza dek O’nda kalır.

Beşinci kural: Aklın kimyası ile aşkın kimyası başka başkadır. Akıl temkinlidir. Korka korka atar adımlarını. “aman sakın kendini” diye tembihler. Hâlbuki aşk öyle mi? Onun tek bildiği “Bırak kendini, ko gitsin!”
Akıl kolay kolay yıkılmaz. Aşk ise kendini yıpratır, harap düşer. Hâlbuki hazineler ve defineler yıkıntılar arasında olur. Ne varsa harap bir kalpte var!

Altıncı kural: Şu dünyadaki çatışma, önyargı ve husumetlerin çoğu dilden kaynaklanır. Sen sen ol, kelimelere fazla takılma. Aşk diyarında dil zaten hükmünü yitirir. Aşık dilsiz olur.

Yedinci kural: Şu hayatta tek başına inzivada kalarak, sadece kendi sesinin yankısını duyarak, Hakikat’i keşfedemezsin. Kendini ancak bir başka insanın aynasında tam olarak görebilirsin.

Sekizinci kural: Başına ne gelirse gelsin, karamsarlığa kapılma. Bütün kapılar kapansa bile, sonunda O sana kimsenin bilmediği gizli bir patika açar. Sen şu anda göremesen de, dar geçitler ardında nice cennet bahçeleri var. Şükret! İstediğini elde edince şükretmek kolaydır. Sufi, dileği gerçekleşmediğinde de şükredebilendir.

Dokuzuncu kural: Sabretmek öylece durup beklemek değil, ileri görüşlü olmak demektir. Sabır nedir? Dikene bakıp gülü, geceye bakıp gündüzü tahayyül edebilmektir. Allah âşıkları sabrı gülbeşeker gibi tatlı tatlı emer, hazmeder. Ve bilirler ki, gökteki ayın hilalden dolunaya varması için zaman gerekir.

Onuncu Kural: Ne yöne gidersen git, -Doğu, Batı, Kuzey ya da Güney- çıktığın her yolculuğu içine doğru bir seyahat olarak düşün! Kendi içine yolculuk eden kişi, sonunda arzı dolaşır.

On Birinci Kural: Ebe bilir ki sancı çekilmeden doğum olmaz, ana rahminden bebeğe yol açılmaz. Senden yepyeni ve taptaze bir “sen” zuhur edebilmesi için zorluklara, sancılara hazır olman gerekir.

On ikinci Kural: Aşk bir seferdir. Bu sefere çıkan her yolcu, istese de istemese de tepeden tırnağa değişir. Bu yollara dalıp da değişmeyen yoktur.

On Üçüncü Kural: Şu dünyada semadaki yıldızlardan daha fazla sayıda sahte hacı hoca şeyh şıh var. Hakiki mürşit seni kendi içine bakmaya ve nefsini aşıp güzellikleri bir bir keşfetmeye yönlendirir. Tutup da ona hayran olmaya değil.

On Dördüncü Kural: Hakk’ın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine, teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın. “Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir” diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını.

On Beşinci Kural: Allah, içte ve dışta her an hepimizi tamama erdirmekle meşguldür. Tek tek her birimiz tamamlanmamış bir sanat eseriyiz. Yaşadığımız her hadise, atlattığımız her badire eksiklerimizi gidermemiz için tasarlanmıştır. Rab noksanlarımızla ayrı ayrı uğraşır çünkü beşeriyet denen eser, kusursuzluğu hedefler.

On altıncı Kural: Kusursuzdur ya Allah, onu sevmek kolaydır. Zor olan hatasıyla sevabıyla fani insanları sevmektir. Unutma ki kişi bir şeyi ancak sevdiği ölçüde bilebilir. Demek ki hakikaten kucaklamadan ötekini, Yaradan’dan ötürü yaratılanı sevmeden, ne layıkıyla bilebilir, ne layıkıyla sevebilirsin.

On Yedinci Kural: Esas kirlilik dışta değil içte, kisvede değil kalpte olur. Onun dışında her leke ne kadar kötü görünürse görünsün, yıkandı mı temizlenir, suyla arınır. Yıkanmakla çıkmayan tek pislik kalplerde yağ bağlamış haset ve art niyettir.

On Sekizinci Kural: Tüm kâinat olanca katmanları ve karmaşasıyla insanın içinde gizlenmiştir. Şeytan, dışımızda bizi ayartmayı bekleyen korkunç bir mahlûk değil, bizzat içimizde bir sestir. Şeytanı kendinde ara; dışında, başkalarında değil. Ve unutma ki nefsini bilen Rabbini bilir. Başkalarıyla değil, sadece kendiyle uğraşan insan, sonunda mükâfat olarak Yaradan’ı tanır.

On Dokuzuncu Kural: Başkalarından saygı, ilgi ya da sevgi bekliyorsan, önce sırasıyla kendine borçlusun bunları. Kendini sevmeyen birinin sevilmesi mümkün değildir. Sen kendini sevdiğin halde dünya sana diken yolladı mı, sevin. Yakında gül yollayacak demektir.

Yirminci Kural: Yolun ucunun nereye varacağını düşünmek beyhude bir çabadan ibarettir. Sen sadece atacağın ilk adımı düşünmekle yükümlüsün. Gerisi zaten kendiliğinden gelir.

Yirmi Birinci Kural: Hepimiz farklı sıfatlarla sıfatlandırıldık. Şayet Allah herkesin tıpatıp aynı olmasını isteseydi, hiç şüphesiz öyle yapardı. Farklılıklara saygı göstermemek, kendi doğrularını başkalarına dayatmaya kalkmak, Hak’ın mukaddes nizamına saygısızlık etmektir.

Yirmi İkinci Kural: Hakiki Allah aşığı bir meyhaneye girdi mi orası ona namazgâh olur. Ama bekri aynı namazgâha girdi mi orası ona meyhane olur. Şu hayatta ne yaparsak yapalım, niyetimizdir farkı yaratan, suret ile yaftalar değil.

Yirmi Üçüncü Kural: Yaşadığımız hayat elimize tutuşturulmuş rengârenk ve emanet bir oyuncaktan ibaret. Kimisi oyuncağı o kadar ciddiye alır ki ağlar, perişan olur onun için. Kimisi eline alır almaz şöyle bir kurcalar oyuncağı, kırar ve atar. Ya aşırı kıymet verir, ya kıymet bilmeyiz.
Aşırılıklardan uzak dur. Sufi ne ifrattadır ne tefritte. Sufi daima orta yerde.

Yirmi Dördüncü Kural: Madem ki insan Eşref-i mahlukattır, yani varlıkların en şereflisi, attığı her adımda Allah’ın yeryüzündeki halifesi olduğunu hatırlayarak, buna yakışır soylulukta hareket etmelidir. İnsan yoksul düşse, iftiraya uğrasa, hapse girse, hatta esir olsa bile, gene de başı dik, gözü pek, gönlü emin bir halife gibi davranmaktan vazgeçmemelidir.

Yirmi Beşinci Kural: Cenneti ve cehennemi illa ki gelecekte arama. İkisi de şu an burada mevcut. Ne zaman birini çıkarsız, hesapsız ve pazarlıksız sevmeyi başarsak, cennetteyiz aslında. Ne vakit birileriyle kavgaya tutuşsak; nefrete, hasede ve kine bulaşsak, tepetaklak cehenneme düşüveririz.

Yirmi Altıncı Kural: Kainat, yekvücut, tek varlıktır. Herkes ve her şey görünmez iplerle birbirine bağlıdır. Sakın kimsenin ahını alma. Unutma ki dünyanın öte ucunda tek bir insanın kederi, tüm insanlığı mutsuz edebilir. Ve bir kişinin saadeti, herkesin yüzünü güldürebilir.

Yirmi Yedinci Kural: Şu Dünya bir dağ gibidir, ona nasıl seslenirsen o da sana sesleri öyle aksettirir. Ağzından hayırlı bir laf çıkarsa, hayırlı laf yankılanır. Şer çıkarsa sana gerisin geri  şer yankılanır.
Öyleyse kim ki senin hakkında kötü konuşur, sen o insan hakkında kırk gün kırk gece sadece güzel sözler et. Kırk günün sonunda göreceksin ki her şey değişmiş olacak. Senin gönlün değişirse, dünya değişir.

Yirmi Sekizinci Kural: Geçmiş, zihinlerimizi kaplayan bir sis bulutundan ibaret. Gelecek ise başlı başına bir hayal perdesi. Ne geleceğimizi bilebilir, ne geçmişimizi değiştirebiliriz. Sufi daima şu an’ın hakikatini yaşar.

Yirmi Dokuzuncu Kural: Kader, hayatımızın önceden çizilmiş olması demek değildir. Bu sebepten ”ne yapalım, kaderimiz böyle” deyip boyun bükmek cehalet göstergesidir. Kader yolun tamamını değil, sadece yol ayrımlarını verir. Güzergâh bellidir ama tüm dönemeç ve sapaklar yolcuya aittir. Öyleyse ne hayatının hâkimisin, ne de hayat karşısında çaresizsin.

Otuzuncu Kural: Hakiki Sufi öyle biridir ki başkaları tarafından kınansa, ayıplansa, dedikodusu yapılsa hatta iftiraya uğrasa bile, o ağzını açıp da kimse hakkında tek kelime kötü laf etmez.
Sufi kusur görmez, kusur örter.

Otuz Birinci Kural: Hakk’a yakınlaşabilmek için kadife gibi bir kalbe sahip olmalı. Her insan şu veya bu şekilde yumuşamayı öğrenir. Kimi bir kaza geçirir, kimi ölümcül bir hastalık; kimi ayrılık acısı çeker, kimi maddi kayıp… Hepimiz kalpteki katılıkları çözmeye fırsat veren badireler atlatırız. Ama kimimiz bundaki hikmeti anlar ve yumuşar; kimimiz ise, ne yazık ki daha da sertleşerek çıkar.

Otuz İkinci Kural: Aranızdaki bütün perdeleri tek tek kaldır ki, Tanrı’ya saf bir aşkla bağlanabilesin. Kuralların olsun ama kurallarını başkalarını dışlamak yahut yargılamak için kullanma. Bilhassa, putlardan uzak dur, dost. Ve sakın kendi doğrularını putlaştırma. İnancın büyük olsun ama inancınla büyüklük taslama!

Otuz Üçüncü Kural: Bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken sen HİÇ ol. Menzilin yokluk olsun. İnsanın çömlekten farkı olmamalı. Nasıl ki çömleği tutan dışındaki biçim değil, içindeki boşluk ise, insanı ayakta tutan da benlik zannı değil, hiçlik bilincidir.

Otuz Dördüncü Kural: Hakk’a teslimiyet ne zayıflık ne edilgenlik demektir. Tam tersine böylesi bir teslimiyet son derece güçlü olmayı gerektirir. Teslim olan insan çalkantılı ve girdaplı sularda debelenmeyi bırakır; emin bir beldede yaşar.

Otuz Beşinci Kural: Şu hayatta ancak tezatlarla ilerleyebiliriz. Mümin içindeki münkirle tanışmalı, Tanrıya inanmayan kişi ise içindeki inananla. İnsan-ı Kamil mertebesine varana kadar gıdım gıdım ilerler kişi. Ve ancak tezatları kucaklayabildiği ölçüde olgunlaşır.

Otuz Altıncı Kural: Hileden, desiseden endişe etme. Eğer birileri sana tuzak kuruyor, sana zarar vermek istiyorsa, Tanrı da onlara tuzak kuruyordur. Çukur kazanlar o çukura kendileri düşer. Bu sistem karşılıklar esasına göre işler. Ne bir katre hayır karşılıksız kalır, Ne bir katre şer.
O’nun bilgisi dışında yaprak bile kıpırdamaz. Sen sadece buna inan.

Otuz Yedinci Kural: Tanrı, kılı kırk yararak titizlikle çalışan bir saat ustasıdır. O kadar dakiktir ki sayesinde her şey tam zamanında olur. Ne bir saniye erken, ne bir saniye geç. Her insan için bir aşık olma zamanı vardır, bir de ölmek zamanı.

Otuz Sekizinci Kural: “Yaşadığım hayatı değiştirmeye, kendimi dönüştürmeye hazır mıyım?” diye sormak için hiçbir zaman geç değil. Kaç yaşında olursak olalım, başımızdan ne geçmiş olursa olsun, tamamen yenilenmek mümkün.
Tek bir gün bile öncekinin tıpatıp tekrarıysa, yazık. Her an her nefeste yenilenmeli. Yepyeni bir yaşama doğmak için ölmeden önce ölmeli.

Otuz Dokuzuncu Kural: Noktalar sürekli değişse de bütün aynıdır. Bu dünyadan giden her hırsız için bir hırsız daha doğar. Ölen her dürüst insanın yerini bir dürüst insan alır. Hem bütün hiçbir zaman bozulmaz, her şey yerli yerinde kalır, merkezinde… Hem de bir günden bir güne hiçbir şey aynı olmaz.
Ölen her Sufi için bir Sufi daha doğar.

Kırkıncı Kural: Aşksız geçen bir ömür beyhude yaşanmıştır. Acaba ilahi aşk peşinde mi koşmalıyım mecazi mi, yoksa dünyevi, semavi ya da cismani mi diye sorma! Ayrımlar ayrımları doğurur. AŞK’ın ise hiçbir sıfata ve tamlamaya ihtiyacı yoktur.
Başlı başına bir dünyadır aşk. Ya tam ortasındasındır, merkezinde, ya da dışındasındır, hasretinde.

 

 

 

23 Nisan 2013 Salı

Elbet Sabah Olacaktır


Her şairin şiir yazmak için vardır bir bahanesi. Kimi aşk der, kimi ölüm, kimi doğa sevgisi… Lakin bir şairi anlamak demek onun şiirlerini ezbere bilmek ya da düzgün yorumlamak demek değildir. Bir şairi anlamak, onu şiir yazmaya iten sebepleri anlamak demektir. Bizde de şiir denince akla gelen ilk isimlerdendir Tevfik Fikret.  Peki ya, nedir Fikret’in şiirinin bahanesi?

Biz milletçe pek severiz tarihimizle övünmeyi. Lafa gelince biz Atatürk’ün çocuklarıyızdır, evlad-ı Fatihan’ızdır. Fakat tarih sahnesi, tıpkı bir kanaviçe gibidir. Ön yüzü rengârenk görüntülerle doluyken arka tarafında birbirine geçmiş sarkan iplikler vardır. Ve her tarihi olay, olayın taraflarınca farklı şekillerde yorumlanır. İşte! Hıfzı Topuz kitabında yapıyor yine yapacağını. “Elbet Sabah Olacaktır” kitabına tarih bilgimizi sorgulayarak başlıyor ve Sakız Adası’nda yaşananlar, geçmişimizin sandığımız kadar temiz olmadığını vuruyor sanki yüzümüze. 

1822 yılında Yunan halkı Osmanlı’ya karşı bağımsızlık savaşı başlatıyor. Bu sevdadan Sakız Adası da alıyor nasibini ve ada halkı örgütleniyor. Osmanlı, Sakız Adası’na Kara Ali Paşa’yı gönderiyor isyanı bastırmak için.  İsyan kanla bastırılıyor ve adadaki tüm erkekler meydanda idam ediliyor. Adadan toplanan binlerce tutsak da İzmir’e gönderiliyor. Bu tutsakların arasından iki çocuk İzmir’deki esir pazarında İzmir’in vergi müdürü Hüseyin Bey tarafından satın alınıyor. Kıza Saliha erkeğe Hüsrev adı veriliyor. Saliha ve Hüsrev adadan getirilen diğer tutsaklara göre çok şanslılar; çünkü Hüseyin Bey ve eşinin çocukları olmadığı için konakta el üstünde tutularak büyütülüyorlar.  Saliha ve Hüsrev büyüdüklerinde birbirlerine âşık oluyor ve evleniyorlar. Tevfik Fikret’in romana konu olan hayat hikâyesi de işte tam bu noktada başlıyor. Saliha ve Hüsrev’in torunu olan Hatice Refia, dedesinin yardımcısı olan Hüseyin Bey ile evleniyor. Bu çiftin Şevki, Sıdıka ve Mehmet Tevfik adında üç çocukları oluyor. 

Mehmet Tevfik ele avuca sığmaz, yaramaz bir çocukluk dönemi geçiriyor. Fakat yaramazlıklarına rağmen öylesine hassas bir yapıda ki, hassasiyetini evcil hayvanlarına karşı tutumundan bile anlayabiliyoruz.  Dönem Abdülhamit ve istibdat dönemi. Dönem içindeki siyasal gelişmelerle birlikte Mehmet’in hacca giden annesi ve dayısı kolera salgını nedeniyle hayatını kaybedince küçük çocuk yıkılıyor. Hani demiştim ya “şairi anlamak, onu şiir yazmaya iten sebepleri anlamaktır” diye. İşte Mehmet Tevfik yıllar sonra annesine bir şiirinde şöyle sesleniyor:

Biz çocuktuk, seni defneylediler
Bi-vefa kumlara bi-kayıt eller

Fikret’in edebiyat aşkı Mektebi Sultani (Galatasaray Lisesi) öğrencisiyken Recaizade Mahmut Ekrem’ e duyduğu hayranlıkla başlıyor. Fikret’in ilk şiiri henüz on dört yaşındayken bir dergide yayınlanıyor. Sonrasında bu aşk katlanarak büyüyor ve bir tutkuya dönüşüyor. Dönemin siyasi akımlarından her genç gibi Fikret de nasibini alıyor; lakin onun karşı olduğu esasında rejim değil Abdülhamit’in ta kendisi. Çünkü Abdülhamit, saçma sapan jurnaller yüzünden memlekette terör havası estiriyor ve yine bir jurnal yüzünden Fikret’in babasını yıllarca sürecek bir sürgüne gönderiyor. Fikret bu esnada dayısının kızı olan Nazime hanımla evleniyor ve ömrü boyunca eşine sadık kalıyor.

Fikret, kısacık hayatında kişiliğiyle, duruşuyla hem öğrencileri için hem de dönemi aydınları için hayranlık uyandıran, örnek olan bir şairdi. Ülkemizde kadın haklarını ilk kez dile getiren, insanların haysiyetli bir yaşam sürebilmesi için kendinden ödün veren biriydi. Ne yazık ki dönemin kirlenmişliği içinde öğrencilerine, arkadaşlarına,  ülkesine küskün olarak hayata veda etti.  Lakin şiirleri, ardından gelenler tarafından bir marş gibi dilden dile dolaştı. Fikret, hürriyet fikrinin en büyük sembolü oldu. 

Hıfız Topuz’un daha önce üç kitabını okumuştum. Bu romanı okuduktan sonra yazarı titizliği ve kurgu gücü sebebiyle bir kez daha takdir ettim. Zaten kitabın arkasında yer alan kaynakça bu romanın ön hazırlığının ne kadar iyi yapıldığının da açık bir göstergesi. Yazar,  Fikret’in yaşamına dair hiçbir yerde bulamayacağımız birçok bilgiyi sunmuş bize. Bu kadar çok kitabı okuyup böylesine güzel bir kurguyla kitap yazabilmek büyük başarı doğrusu!  Bütün bu düşüncelerle birlikte Fikret’i bugüne kadar üniversitedeki edebiyat derslerim dışında hiç tanımadığım için de hayıflandım. Bu kadar büyük bir şairi bugüne kadar anlamaya çalışmamak, onu tanımamak benim için ne büyük bir eksiklik... 

Yazımı büyük şairin çok beğendiğim şu dizeleriyle tamamlıyorum:

Siz, ey gelecek günlerin küçük güneşleri, 
Artık birer birer uyanın!
Ufukların sonsuz özlemi var nura,
Aydınlık… Çağımızın özlediği şey
Dağıtın bulutları, uğursuz gölgeleri,
Aydınlık içinde koşun, kurtarın bu ülkeyi
Umudumuz bu; biz ölsek bile vatan mutlaka sizinle
Şu zindan karanlığından uzak yaşar!